28.06.2013
İslam, insan olma noktasında bütün insanları eşit sayıp, kimsenin kimseye üstünlüğünü kabul etmez. Ona göre bütün insanlar aynı asıldan olup, geldikleri ve gidecekleri yerin bir olduğu, doğum ve ölümle, sorumluluk, hak ve vazifelerle eşit olduğu bir esastır. Burada tek üstünlük takvadaki üstünlüktür. Bununla ilgili olarak Allahü Teala şöyle buyuruyor: "Ey insanlar! Biz, sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizi tanıyıp sâhip çıkmanız için milletlere, sülalelere ayırdık. Şunu unutmayın ki, Allah'ın nazarında en üstün olanınız, içinizden takvada en ileri olanınızdır." (Hucurat 13)
Peygamber Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem de Veda Hutbesi'nde şöyle buyurmuşlardır: "Ey insanlar! Rabbiniz bir, babanız da birdir. Hepiniz Adem'in soyundansınız. Adam ise topraktandır. Allah katında sizin en şerefliniz, en çok takva sâhibi olanınızdır. Dikkat edin! Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın Araba; beyazın siyaha, siyahın beyaza bir üstünlüğü yoktur. Şeref ve üstünlük ancak takva iledir." (İ. Ahmed) Dolayısıyla İslam'ın öngördüğü eşitlik, bazı beşerî sistemlerin öngördüğü ekonomik eşitlikten çok daha farklı ve mütekâmildir.
Yaratıkların en üstünü olan insan, şerefli bir şahsiyete sâhiptir. Bu, onun değiştirilemez ve devredilemez hakkıdır. Bu hak, onun insan olmasına bağlıdır. İslam hiçbir kişinin zelil görülmesini ve aşağılanmasını hoş karşılamadığı gibi hiç kimseye de, kendisini başkalarından üstün görme ve başkalarını alaya alma hakkını tanımaz.
İslam dininin getirdiği adalet saf bir teoriden ibaret değildir. İslam tarihi bu adaletin güzel örnekleriyle doludur. Bunlardan bir tanesi şudur ki, zımmîlerden yani gayr-ı müslim vatandaşlardan zekât alınmamış, onlara cihad sorumluluğu getirilmemiştir. Zımmîlerden sadece güvenliklerinin sağlanmasına karşılık olarak "cizye" vergisi alınmış ve inançlarında serbest bırakılmışlardır. Güvenliklerinin sağlanmadığı zamanlarda, onlardan cizye alınmamış, bilakis toplanan cizyeler sâhiplerine iade edilmiştir.
"Cebele bin El-Heysem, Suriye'de hüküm süren Gassanî krallarındandı. Müslümanlığı kabul ederek Mekke-i mükerremeye gelmiş Kabe-i muazzamayı tavaf ediyordu. Tavaf esnasında Fezare oğullarından bir adam nasıl olduysa O'nun elbisesinin eteğine basmış O da kendini tutamayarak adama âniden bir tokat atmıştı. Mesele Halife Hazret-i Ömer'e intikal etti. Böyle bir davranıştan dolayı eteğine basan kişiye büyük ceza verileceğini zanneden Cebele, Halife Hazret-i Ömer'in mevki ve makam farkı gözetmediğini görerek kısasla yani attığı tokadın benzerini yemek veya adamı râzı etmek hükmüyle karşılaşınca bir günlük mühlet istemiş, hıristiyanlık devrindeki aristokratik zihniyetin tesirinden kurtulamayarak Konstantiniyye'ye kaçmış ve dinden dönmüştü."
Günümüzün iki meşhur ve yaygın ekonomik sistemleri olan sosyalizm ve liberal kapitalizmin bakış açıları aynıdır. İkisi de insan kitlelerini gâye olmaktan çıkarıp, vâsıta yapmada birleşmiştir. Maddî boyutları ele alır, manevî boyutları önemsemezler. İslam ise, maddî ve mânevî boyutları gözönünde bulundurarak, ürünlerin ve üretim araçlarının insanlara âdil bir şekilde dağıtılmasını öngörür.
İslam, ekonomik alanda öngördüğü adalet ve sosyal dayanışmayı sadaka ve zekâtla tesis etmeye çalışır. Bunun için zenginlerlerin mallarına, ihtiyaç sâhipleri için bir hak koyar. Sadaka ve zekât, zenginin fakire bir lütfu ve üstünlük vesilesi değildir. O, Allahü Tealanın bir emridir. Eğer sadaka ve zekât riyakârlık için verilir veyla başa kakılırsa, ruha, ahlaka ve vicdana eziyet veren faydasız bir amel olur.
İslam'da savaş dahi dalet için yapılır. İslama göre savaş, zulüm ve fitnenin yok edilmesi, Allah yoluna giren insanlara mâni olan engellerin ortadan kaldırılması işidir. Fitne çıkarmayan, İslam ve müslümanlarla savaşmak istemeyen kâfirlere karşı savaş yapılmaz. Aksine Kur'an-ı kerim onlara âdil davranılmasını emreder. Allahü Teala bu hususta şöyle buyuruyor: "Dininizden ötürü sizinle savaşmayan, sizi yerinizden, yurdunuzdan etmeyen kâfirlere gelince, Allah, onlara nezaketle ve adaletle davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah, âdil olanları sever." (Mümtehine 8)
Cenab-ı Hak, müslümanlara Allah'ın mesajını bütün insanlara iletme, yeryüzündeki zulüm ve fesadın kaldırılması ve her alana şâmil olan değişmez ölçü adaletin uygulanması sorumluluğunu yüklemiştir. Buna göre adalet ilkesi; heva ve heveslerden, sevgi, nefret ve kin gibi duygulardan ve her türlü mefaatten, ayrıcalık ve imtiyazdan uzak, yalnızca hakkı gözeten mutlak bir ölçüdür.
Bir de adaletin hemen gerçekleşmesi gerekir. Çünkü "Geciken adalet, adalet değildir" denilmektedir. Bu bir tepkinin kalıplaşmış ifadesidir. Adaletin geç de olsa tecelli etmesi mazlumu sevindirir. Fakat geciken adalet, hak sahibini bıkkınlık, bezginlik ve isteksizlik gibi durumlara itmekte ve hatta bazen hakkından istemeyerek de olsa vazgeçmeye sevketmektedir. "Bir defasında Peygamber Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem harp ganimetlerini dağıtıyordu. Kalabalık o kadar fazlaydı ki adamın biri Hazret-i Peygamber'in üzerine iyice abanmıştı. Efendimiz aleyhisselam, haddini aşan bu kişiye elindeki değnekle vurdu. Değnek yüzüne isabet ederek yüzü hafifçe yaralandı. Bunun üzerine Efendimiz aleyhisselam, hemen değneği adamın eline vererek "intikamını al" buyurdu. Fakat o zat, hayır ya Resulellah, ben hakkımdan vazgeçtim, cevabını verdi." (Ebu Davud, Nesaî)
Hazret-i Peygamber'in, kendi hakkında bile olsa adaleti nasıl çabuklaştırdığını görüyorsunuz. Ayrıca Efendimiz aleyehisselamın, adalet noktasında bir devlet başkanı ile sıradan bir vatandaşın arasında hiçbir farkın bulunmadığını göstermek istemesi, bütün insanlığa sunulmuş ilahî kaynaklı çok önemli bir mesajdır.
Yargılamanın hızlı olması ve adalettin zamanında tecelli etmesi toplumda emniyet, huzur ve istikrarın hâkim olmasını; korku ve endişeninin ortadan kalkmasını sağlar. Osmanlı Devleti'nde de adalet çok çabuk tahakkuk ederdi. Ünlü tarihçi d'Ohsson bu konuda şu önemli tesbiti kaydetmektedir: "Osmanlı düzeninde hemen tahakkuk etmeyen adalet, adaletsizlik sayılırdı. Osmanlı adaletinin bu husustaki şöhreti cihanşümüldür."
Sir Paul Ricaut şöyle der: "Mahkemelerde iki veya üç celse nâdirdir. Çoğu davalar bir celsede neticelenir. En mühim davalar, bir saat içinde hükme bağlanır. Hüküm derhal infaz edilir. Avrupa'da olduğu gibi hükmü geciktiren ayak oyunları yapılmaz."