Allah’ı ve Rasulü’nü bizlere en iyi şekilde tanıtacak ve dinî sorumluluklarımızı öğretecek olanlar alimlerimizdir. Alimler vesilesiyle müslümanlar karşılaştıkları problemlerin İslâmî çözüm yollarını öğrenir. Bu açıdan baktığımızda onların omuzlarında ne kadar ağır bir yük olduğunu anlarız. Zira müminlerin hem dünya huzurunu hem de ahiret yurtlarını ilgilendiren hükümleri bildirmek sorumluluğunu taşırlar. Bu nedenle nefslerinin peşine düşmeden, çeşitli etkiler altında kalmadan, dünyevî maksatlar gütmeden, Allah ve Rasulü’nün muradına uygun, doğru bilgiyi vermek durumundadırlar.
Bir alimde bulunması gereken bütün özellikler sayılacak olsa liste uzar. Ancak müttakî, ibadete düşkün, mütebessim ve tatlı sözlü, insanlarla iyi geçimli, sözlerini iyice tetkik etmeden konuşmayan biri olması, en başta sahip olması gereken hususiyetlerdir. Olmazsa olmaz bu özellikler yanında, üç vasfa daha mutlaka sahip olmaları gerekmektedir. Bunlar müslümanlar açısından çok mühimdir.
Alim camiden koparmaz
Hz. Peygamber s.a.v. camiye ve cemaate katılmaya çok önem vermişlerdir. Çünkü camiler müminlerin ihlâslarının perçinlendiği, kardeşleriyle dostluklar kurdukları ve Allah yolunda birbirlerine yardım etmek için çabaladıkları yerlerdir. Bunun yanında camiler bütün müminlerin aynı safta yan yana bulunması bakımından insanlardaki enaniyeti kıran, müminleri mütevazileştiren mekânlardır. Dolayısıyla camilerimiz sadece namazın ifa edildiği ibadethaneler değil, aynı zamanda birer ahlâk okuludur.
Allah Rasulü s.a.v. cemaatle ibadet ederek manevi hazzı artırmak, müminlerin İslâm’a bağlılıklarını güçlendirmek ve inananlar arasındaki kardeşlik bağını güçlendirmek için cemaate gelinmesine çok önem verirdi. Bu bağlamda Allah Tealâ’nın camiye gelenlere vereceği mükafatları zikretmek suretiyle camilerin şenlendirilmesini teşvik ederdi. Bu meyanda, camiye giden kimsenin attığı her bir adımda bir günahının silineceğini, diğer adımında da makamının bir derece yükseltileceğini, namaz kıldığı yerde durduğu sürece da meleklerin kendisine dua edeceğini beyan buyurmuştur. (Buharî, 477). Ayrıca tek başına kılınan namaza göre cemaatle kılınan namazın yirmi yedi kat daha faziletli olduğunu bizlere bildirmiştir. (Buharî, 645)
Allah Rasulü s.a.v. cemaate o kadar önem vermiştir ki, mazeretsiz camiye gelinmemesini asla kabul etmemiş ve şöyle buyurmuşlardır: “Canımı kudret elinde tutan Allah’a yemin ederek söylüyorum, içimden öyle geçiyor ki, odun toplamayı emredeyim, odun yığılsın. Sonra namazı emredeyim, ezan okunsun. Daha sonra bir adama cemaate imam olmasını emredeyim. En sonunda cemaate gelmeyen adamlara gidip onlar içindeyken evlerini yakayım.” (Buharî, 7224).
Rabbimiz, camileri imar edenleri överek hem maddi bakımlarının yapılmasına işaret buyurmuş hem de içlerinin şenlendirilmesini istemiştir. (Tevbe, 18)
Bu delillere bakarak cemaatin ne kadar önemli olduğu gayet açık bir şekilde anlaşılmaktadır. İslâm alimine düşen de Allah Rasulü s.a.v.’i kendisine örnek alarak hem camiye devam etmek hem de müminleri camiye teşvik etmektir. Çünkü hakiki alimler hadis-i şerifte buyrulduğu üzere Peygamber s.a.v.’in vârisleridir.
Bu gerçek yanında ülkemizde cemaatle namaz kılma hususunda gevşeklik olduğu hepimizin malumudur. Her şeye rağmen dört namazda camiler yoğun bir şekilde dolmaya devam etmektedir: Cuma, bayram, teravih ve cenaze namazları…
Bu tablo karşısında, alime gerekli olan husus, beş vakit camiye gelinmesini teşvik etmek, bahsettiğimiz dört namazda da cemaatin artması için çaba göstermektir. Ancak ülkemizdeki bazı kişilerin, bırakın camiye cemaat kazandırmayı, camiye girmiş müminle cemaatin arasını açan söylemleri olduğunu görmekteyiz.
Mesela ümmetin tamamı teravih namazını cemaatle kılmayı benimsemişken, her Ramazan ayında gündeme getirilen gereksiz tartışmalarla insanlar teravihten, dolayısıyla camiden ve namazdan soğutulmaktadır. Camiye gelmeyenleri camiye teşvik etmek için çabalamak yerine, camide olan müminlerin gönlü Allah’ın evinden soğutulmaktadır.
Bu insanlar bir İslâm aliminden beklenen görevi yerine getirmediği gibi toplumun maneviyatına büyük zarar vermektedir. Her yıl teravih namazı etrafında ortaya atılan tartışmalara bakıp namaza başlamış olan bir kişi bile gören var mıdır? Tam aksine, kafası karışarak namazdan, camiden soğuyan ve artık hiçbir şeye önem vermeyen pek çok kişi görmek mümkün. Muhtemelen siz de görmüşsünüzdür. Alim sıfatı taşıyan hiç kimse bu halin sorumluluğunu üstlenemez. Çünkü sebep olan için bu bir felakettir.
Alim ümmetin kafasını karıştırmaz
Bir alanın uzmanı olmayan insanın sahip olduğu bilgi kısıtlıdır. Mesela hepimizin tıpla ilgili bildikleri şeyler üstünkörüdür. Hakiki bilgilere sahip olabilmek için tıp eğitimi almak gerekir. Dinî bilgiler de bunun gibidir. İnsanlar gündelik hayatlarında gerekli olan hususları öğrenirler, geri kalan meseleler uzmanlık gerektirdiğinden, ihtiyaç anında alimlere danışırlar. Bu nedenle de ilmihal bilgisi dediğimiz ve namaz, oruç, zekât gibi ibadetlere yönelik temel bilgileri öğrenmekle yetinirler. İsteseler de daha ötesini kolay kolay yapamazlar. Çünkü herkesin bir meşgalesi, evini geçindirme telaşı vardır.
Bu insanlara karşı alimlerin görevi kafa karıştırmadan gerekli bilgiyi vermek, ulemanın kendi aralarındaki ihtilaflara girmemektir. Çünkü yeterli alt yapıya ve anlayışa sahip olmayanlara bunlardan bahsetmek sadece kafaların karışmasına neden olur.
Diyelim ki bir mümin zekâtla ilgili bir problemle karşılaşmış olsun. Ona fetva verirken şu mezhepte böyle, diğerinde şöyle, mezheplerin içinde de farklı düşünen alimler var, onlar da şöyle diyorlar, diyerek karşıdakinin neye göre amel edeceğini bilemez hale getirmek kesinlikle iyilik değildir. Bunun yerine kendi mezhebinin kabul ettiği, fetvaya temel aldığı kavli ona söylemek en doğrusudur.
Bu yüzden daha temel ilmihal bilgilerini bilmeyenlerin, hatta dinle ilgili hiçbir işe yarar malumatı olmayanların, bundan da öte din düşmanlarının karşısında İslâmî meseleleri tartışmak kadar dine zarar veren bir şey belki de yoktur. Bugün özellikle televizyonlarda bu tarz tartışmalar bir hüner gibi sergilenmektedir. Bu tartışmaları seyreden dindar insanların alimlere karşı güveni sarsılmakta, zihinlerinde dinle ilgili şüpheler oluşmakta, zaten dindar olmayanlar dinden iyice soğumakta, İslâm’ı lekelemek için malzeme arayanlar için de bulunmaz bir fırsat doğmaktadır. Neresinden bakılırsa bakılsın, din adına sağlanan hiçbir olumlu katkı yoktur.
Peki, bu kadar insanın kafa karışıklığına, dinden soğumasına ve hatta dinden kopmasına neden olan alimim diyen kişi Allah’ın muradına göre hareket etmiş olabilir mi? Peşinden gidilecek bir rehber olmayı hak eder mi? Bu insanın takva sahibi olduğundan söz edilebilir mi?
Dinî konularda tartışma programlarını seyredip de imanı kuvvetlenmiş ve Allah’a yönelmiş bir Allah’ın kulu var mı? Yok, çünkü tutulan yol yanlış. Oysa Allah Tealâ şöyle buyurmuştu:
“Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır.” (Nahl, 125)
“İnanan kullarıma söyle, en güzel şekilde konuşsunlar.” (İsra, 53)
Allah’ın dininin tartışma ve reyting malzemesi yapıldığı böyle programlarda ayette beyan buyrulan tarzda mı hareket edilmiş oluyor? Ümmetin hangi yarasına merhem sürülüyor? Aksine kibirli tartışmalar, keyfî yorumlarla ümmetin kalbinde ve zihninde bir yara daha açılıyor.
Efendimiz s.a.v. İslâm’ı anlatmak için gönderdiği arkadaşlarına her zaman şu emri verirdi: “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın, müjdeleyin, nefret ettirmeyin.” (Buharî, 69). Dinî hususlarda kafa ve gönül karıştırıcı tavır, bu nebevî talimata da açıkça aykırıdır.
Allah Rasulü s.a.v. ayrıca, İslâm’ı tebliğ etmek amacıyla görevlendirdiği Muaz b. Cebel r.a. gibi sahabilerine, öncelikle neleri öğretmeleri gerektiğini tembihlemişti. Buna göre, insanlara İslâm öğretilirken sondan başa doğru gelinmezdi. Evvela tevhid, ardından namaz ile devam edilirdi. (Buharî, 1401) Yine Allah Rasulü s.a.v. “İnsanlara durumlarına göre muamele ediniz!” buyururdu. (Ebu Davud, 4842)
Bunun yanında başta Hz. Ömer r.a. olmak üzere halifeler, tayin ettikleri valilere insanlara kaldıramayacakları şeyleri asla anlatmayın diye emir verirlerdi. Örneğin Hz. Ali r.a. şöyle buyurmuştu: “İnsanlara anlayabilecekleri şeyleri anlatın. Yoksa siz Allah ve Rasulü’nün yalanlanmasını mı istiyorsunuz!”
Gerçek alimlerimiz konu ile alakalı Allah Rasulü s.a.v.’in metodunu benimseyerek: “İnsanlara akılları ölçüsünde söz söyleyin.” prensibine göre hareket etmişlerdir. Bir de şimdilerde ekranlarda olan bitene bakın! Bu manzaranın İslâm’a ve müslümanlara hizmet ettiğini söylemek mümkün müdür?
Alim, meselelere ümmet gözüyle bakar
Allah korkusunu yüreğinde gerçekten hisseden bir alim dinî bir meseleyle ilgili konuşurken konuşmalarının yansımasının nasıl olacağının hesabını mutlaka yapar. Onun derdi meşhur olmak, itibar kazanmak, aykırı konuşarak dikkat çekmek değildir.
Müttakî alimin gayesi, bilgisiyle ümmete hizmet ederek Allah’ın rızasına ulaşmaktır. Dolayısıyla konuşurken veya yazarken “acaba sözlerim ümmete zarar veriyor mu, mümin kardeşlerimin dinden soğumasına sebep oluyor mu” endişesi taşır. Bu düşünce ile hareket ettiğinden konuşup yazdıkları fitneye, ümmetin bölünmesine ve müminlerin birbirinden uzaklaşmasına sebebiyet vermez.
Kişiler ulaştığı hakikatleri konuşmasın demek istemiyoruz elbette. Ancak bazı meselelerin konuşulacağı ortamlar ve zamanlar iyi hesap edilmelidir. Doğru bir sözü uygun olmayan bir zaman ve ortamda dile getirmek doğru değildir. Ayrıca kendince ulaştığı hakikati ifade ettiğini düşünerek ümmetin fitneye düşmesine sebep olmak veya iyice araştırmadan doğru sandığı şeyleri söyleyerek alimlere olan güveni sarsmak son derece sakıncalıdır. Bu hususu bir hadislerinde dile getiren Allah Rasulü s.a.v., kıyamet gününde bazı insanların nasıl hesaba çekileceğini şöyle anlatır:
“Huzura getirilenlerden biri, ilim öğrenmiş, başkalarına öğretmiş, Kur’an’ı okuyan biridir. Allah ona verdiği nimetlerini tek tek anlatır. O da bu nimetleri ikrar eder. Sonra yüce Allah ona şöyle sorar:
– Bu nimetlerle ne yaptın?
O kişi şu cevabı verir:
– Senin rızan için ilim öğrendim, başkalarına da öğrettim ve Kur’an okudum. AIlah Tealâ ona şöyle buyurur:
– Yalan söylüyorsun! Sana ‘alim’ denilsin diye ilmi öğrendin. ‘Ne güzel okuyor!’ denilsin diye okudun. Zaten istediklerin gerçekleşti ve ‘bunlar senin için’ dendi.
Ardından Allah emir verir ve bu kişi yüzüstü sürüklenerek cehenneme atılır. (Müslim, 1905)”
Günümüzde ümmetin dertleriyle dertlenmiş, akl-ı selime ve kalb-i selime sahip, nefsini değil de müminlerin birliğini önde tutan müttaki alimlere çok ihtiyacımız var. Rabbimiz bizleri böyle güzel insanlardan mahrum bırakmasın, onlara dost eylesin. (Taha Yıldız)