Bu dengesiz tavırların altında aslında itikadî olarak sapmalar ve bazı kaymaların olduğu açıktır. Zira Cenâb-ı Hakk’ın ahlâkıyla ahlâklanmak celâl ve cemal dengesini kurmayı netice verecektir. Bu noktadaki zaaf, celâl lehinde veya cemal lehinde iki uçlarda duygular taşımaya sebep olacaktır.
Kur’ân ahlâkı üzere yaşamaktaki zaaflar veya Sünnet-i Seniyyeye ittibâdaki gevşeklikler, insanlarla olan iletişimdeki dengesizlikleri netice vermiştir. Yani hoşgörünün gerektiği yerde hoşgörü, hoşgörülmemesi gereken yerde de tavır koymak yüksek bir ahlâktır.
Konunun bir başka veçhesinden de bahsetmek istiyorum. Bu da hoşgörünün gösterilmesi gereken kişilere yani ehl-i imana olan hoşgörünün ayarının bozulmasıdır. Nemelâzımcılığa veya mümaşaata (hoş geçinmeye) giydirilen kılıf olan hoşgörü içtimaî hayatı zehirleyen bir durumdur.
Kur’ân-ı Kerîm iyiliğin ve kötülüğün ne olduğunu tanımlamıştır. Bu ölçüyü kişiler kendi nefislerine göre değiştirir, kötülüğe hiçbir şey yokmuş gibi sessiz kalır ise, işte bunun adı hoşgörü değildir.
Kişi kendi zaaflarından ve zayıflıklarından kaynaklı olarak veya çaresizlikten veya menfaatten dolayı hoşgörülü oluyorsa bu daha da dibe vurmuş bir ahlâksızlık olacaktır.
İnsanın bedeninde oluşan bir hastalığı tedavi ettirmemesi nasıl hoşgörü olarak değerlendirilmiyorsa, içtimaî hayatın hastalanmasına zemin hazırlayan kötülüklere, günahlara vurdumduymazlık, nemelâzımcılık da hoşgörü olarak adlandırılmaz.
Fasit ve fasık eylemlerin eleştirisini yapmak, doğrunun ve yanlışın ne olduğunu anlatmak her Müslümanın görevi olduğuna göre, bu görevi yerine getirmemeye hoşgörü ismi takmak büyük veballeri getirecektir.
İnsanların inançlarına, düşüncelerine, hoşgörülü olmak ayrıdır; onların eylemine, başkasına zarar veren günahlarına hoşgörülü olmak ayrıdır. Buradaki hoşgörü kişinin kendi ahlâkî seviyesinden de haber verir.
Günahkârın eylemi kınanmalı ve cezalandırılmalıdır. Nefsimize karşı suç işleyeni affetmek erdemdir. Lâkin topluma, şahs-ı manevîye yanlış yapanları hazm-ı nefs etmeye hiç kimsenin hakkı ve haddi yoktur.
Bizim hoşgörü anlayışımızın temeli Kur’ân’dır. Kin ve öfke besleyemeyiz, hatta bizi sevmeyenlere dahi iyilik isteriz, lâkin kötü eylemleri eleştirir, engellemeye çalışır, lütufla ıslâhına uğraşırız.
Evet, hoşgörülü olmak demek, münkerata sessiz kalmak değildir. Ehl-i imanın birbirine hoşgörüsünün içinde karışmamak, mümaşaat etmek değil boynundaki akrebi göstermek, lütufla ıslâhına çalışmak, hakperestliği nefisperestliğe tercih etmek ve duâ etmek vardır.
Yoksa nemelâzımcılık veya mümaşaat, tecavüz etmeyen ehl-i dalâlete, kâfire karşı gösterilecek tavırdır.
Konuyla alâkalı İbn-i Mes’ud’dan rivayet edilen şu hadis-i şerif çok manidardır: “Sizden öncekilerde biri, günah işlediğinde diğeri onu men eder azarlardı. Ertesi günde de sanki onu dün günah işlerken görmemişçesine onunla oturur birlikte yer, içerdi. Bunu gören Allah bunların kalplerini birbirine benzetti. Sonra onlara Davud’un ve İsa’nın diliyle lânet etti. Muhammed’in canını elinde tutan Allah’a yemin ederim ki iyiliği emreder, kötülükten nehyeder, sefih ve zalimin zulmünü engeller ve onu hakka çevirir, hak üzerinde durursunuz ya da Allah kalplerinizi birbirine benzetir, sonra sizi de onları lânetlediği gibi lânetler.”
Evet, hadis-i şerifte, günahı nehyedip azarlayan, ancak ertesi günü hiç günah işlememiş gibi o kimseyle oturup kalkan kişinin hoşgörüsünden (!) bahsediliyor. Oysa bizim bugünkü durumumuz bundan daha da kötüdür. Zira günahları nehyetmeyi, münkeratı def etmeyi bile nemelâzımcılıkla yapmadığımız gibi buna bir de hoşgörü kılıfı takıp kötülüklerin yayılmasına zemin hazırlamaktayız.
Hasılı; bugün bazı Müslümanların sergilediği veya telkin ettiği tutum hoşgörü değil, dilsiz şeytanlıktan başka bir şey değildir.(Yasemin YAŞAR)